Merhaba dünya!

Welcome to WordPress.com. This is your first post. Edit or delete it and start blogging!

Genel içinde yayınlandı | 1 Yorum

İstiklal Marşımız’a Dair

Bir Yıldönümünde Öylesine Düşünceler

 

 

Turkcell Süper Ligi’nin 24’üncü haftasından akılda kalacak şeylerin başında, bana göre, İstiklal Marşımız’ın ıslıklanması da gelecek olmalı. Bu durum ilk değil. İstiklal Marşımız’a pek çok kere saygısızlık yapıldı bu ülkede. Türlü fırsatlarla, türlü biçimlerde…

 

İstiklal Marşımız, Anayasamız’da 3’üncü maddede yer alıyor:

 

«III.  Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti

 

MADDE 3. – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.

 

Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.

 

Millî marşı “İstiklal Marşı”dır.

 

Başkenti Ankara’dır.»

 

Bu madde, Anayasamız’ın değiştirilemeyecek hükümlerinden:

 

«IV.  Değiştirilemeyecek hükümler

 

MADDE 4. – Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.»

 

Bu durumda, kestirmeden bir yargıyla, “İstiklal Marşımız’ın ıslıklanması sürüp gidecek” denebilir… Öyle mi?

 

*

İstiklal Marşı’nı neden ıslıklıyorlar?

 

Bu soruya yanıt vermenin yolu, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Thomas Hammarberg’in geçen yıl Ekim ayında açıklanan ülkemizdeki azınlıklarla ilgili raporuna bakmaktan geçiyor.  Komiser Hammarberg’in bizim öğrenci andındaki “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözüne takmış olduğunu görmek, bu soruyu yanıtlamayı kolaylaştırıyor. Çünkü Bay Hammarberg, bu sözle etnik ayrımcılık yapıldığı kanısında… Ve, “Azınlık tanımının Avrupa’daki tanımına uyarlanması, ancak Anayasa değişikliği ile mümkün. Bu değişiklik mutlaka yapılmalı” diyor. Adamın raporunun özü bu.

 

Benim bildiğim ise şu: ’24 Anayası’nın 88’inci maddesinin birinci fıkrası, “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle ‘Türk’ ıtlak olunur.” diyordu (‘ıtlak olunmak’, sözün gelişinden de anlaşılıyor, ‘adı verilmek’ demek). Bu anlatımın bugünkü anayasamızdaki karşılığı, ‘Türk vatandaşlığı’nı tanımlayan 66’ncı maddenin ilk fıkrası. Tek tümcelik fıkra şu: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.”

 

Bu iki anlatım beni, Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye Halkına Türk milleti denir” sözüne götürüyor.


Gördüğüm kadarıyla, İsveçli diplomat Hammarberg İstiklal Marşımız’daki ‘ırk’ sözcüğünü görmemiş ya da ona bunu gösteren olmamış. Ya görseydi?!… Bu “Ya görseydi” sözüne soru imi ile ünlemi laf olsun diye koydum; ‘Hammarberg’lerden korktuğumdan değil… Yapacaklarını yapmaktalar, daha n’etsinler ki…

 

Ama ben, evvel ahir, bu ‘ırk’ sözünün İstiklal Marşımız’da yer almış olmasını yadırgamışımdır. Niye? İstiklal Marşı’nın sözlerini yazan Mehmet Akif’in özelliğini bildiğimi sandığım için… Akif, yurtseverliğiyle, ülke sorunlarına olan yakın ilgisiyle, köksüzlüğe karşı oluşuyla tanınan ve işlediği konulara dinsel açıdan bakışı ağır basan bir edebiyatçı, çok özel bir şair değil mi? Peki, hiçbir yapıtında ırkçılıktan eser olmayan Akif İstiklal Marşı’nın iki dizesinde neden ‘ırk’ sözcüğünü kullanmış olabilir? Bana göre, vezin tutturmak için: “Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?” ve “Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal;”…

 

Şimdi düşünüyorum:

 

– Biz, devlet olarak, millet olarak ırkçılığa karşı mıyız? Evet. Ama bu büyük toplumun içinde kimileri de ırkçı olabilir mi? Olabilir. “İstisnalar kaideyi bozmaz” demez miyiz? Bir kişi, hukuka aykırı işler yapmadıkça istediği düşünceyi taşıyamaz mı?

 

– Ben şahsen, aile geçmişimde hangi kökenden analar babalar, dedeler nineler var, bilmiyorum. Merak da etmiyorum. Ayrıca, yedi göbek geçmişini belgelere dayalı olarak bilen varsa beri gelsin…

 

– Türk Milleti’nin ırksal bir listelemesini yapmak olanaksız. Bu yargıya varmak için Osmanlı padişahlarının kaydı kuydu bilinen soylarına bakmak bile yeterli.

 

– Bu milletin geçmişinde arı ırk üretme gibi bir derdi olmuş mu? Hayır.

 

 

 İnsan Harası.

Fransız yazar Louis-Charles Royer bu romanını,

Naziler’in arı ırktan insan elde etmek için

uyguladığı söylenen yöntem üzerine kurmuş.

 

Ve yeri gelmişken söyleyeyim, “falanca filanca kardeşlerimiz” sözleri, herkes birbirine karışmış olduğundan temelsiz; dolayısıyla yanlış. Üstelik, birilerini ‘ötekileştirme’ kokuyor.  

 

*

Şimdi de İstiklal Marşımız’ın kabulüne bakmak istiyorum: İstiklal Marşımız Meclis kararıyla* kabul edildi. İlk millet meclisimiz olan Büyük Millet Meclisi’nce 12 Mart 1337’de… Miladi 1921’de. BMM’de ilk okunuşu da 1 Mart 1921’de olmuş.

 

Öyleyse, Meclis, TBMM yeni bir karar alır, İstiklal Marşı’ndaki ‘ırk’ sözcüğünü ‘halk’ olarak değiştirir, olur biter. Vezne de halel gelmez.

 

Kuşkusuz, bu ‘yenilenen’ ‘İstiklal Marşı’na da karşı olanlar olacaktır. ‘Hammarberg’lerin maşalığını sindirebilir misin sindiremez misin, … Bütün mesele bu.

 

*

Bugün, İstiklal Marşımız’ın milletçe kabulünün yıldönümü. Kutlu olsun!

 

 

İnal Karagözoğlu

Yarımca, 12 Mart 2010

 

________________________________

* tr.wikipedia.org (bkz. Kaynakça)

 

© 2010 İK

(www.ilgilik.net kaynağından) 

Ülkemiz içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Şimdi Bilgileri Tazeleme Zamanı

Halkoylaması Nedir, Ne Değildir?

 

 

18 Ocak’taki yazımda, “Bir sonraki yazımda, ‘Halkoylaması nedir ne değildir’ demeye çalışacağım” demiştim. Epey gecikmiş olarak o sözümü yerine getirmeye çalışacağım. Bu gecikme, biraz da koşulların tahminimden geç oluşmuş olmasından kaynaklanıyor…

 

Sözlükler, ‘halkoylaması’ için benzer sözcüklerle aynı tanımlamayı yapıyor. Bunlardan anlaşılan şu: ortada siyasal ya da toplumsal bir sorun olacak, halkın bu konudaki olumlu ya da olumsuz görüşünü belirlemek için ‘evet’ ya da ‘hayır’ diye iki seçenekli genel bir oylama yapılacak…

 

 

“Evet mi hayır mı?” Bana bu sorunun bir tek şey için sorulmasını isterim.

 

‘Halkoylaması’ sözünün Frenkçesi ‘referandum’. Aslı Latince bir sözcük… Fransızlar ‘référendum’, İngilizler ‘referendum’ biçiminde yazıyor; biz Fransızlar gibi sesletiyoruz.

 

İki şey daha eklemem gerekiyor:

 

Birincisi, bu sözcük, Türk Dil Kurumu’nun Güncel Türkçe Sözlüğünde ‘halk oylaması’ diye ayrı ayrı yazılan iki sözcükten oluşan ‘birleşik sözcük’ olarak verilmiş; bir anlamının da ‘plebisit’ olduğunu söylüyor bu sözlük. İkincisi de, -konunun dışında olmasına karşın söylemeden edemeyeceğim- Türk Dil Kurumu, ‘bileşik sözcük’ tanımlamasını yanlış bulduğundan olacak, bu dilbilgisi terimine ‘birleşik sözcük’ diyor. Ben, ‘bileşik sözcük’ demeyi doğru bulanlardanım. 

 

Her neyse, asıl konuya döneyim:

 

Halkoylaması uygulaması hukuk sistemimize 1961 Anayasası’yla girmiş ve ilk kez de bu anayasa dolayısıyla yapılmış. Ülkemizde bugüne kadar beş kez halkoylamasına gidilmiş; ikincisi, 1982 Anayasası’nın kabul edilip edilmemesi; üçüncüsü, kimi siyasetçilere ’82 Anayasası’yla konan siyasal yasakların kalkıp kalkmaması; dördüncüsü, yerel seçimlerin bir yıl öne alınması yönünde Anayasa’da değişiklik yapılıp yapılmaması; beşincisi de, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilip seçilmemesi ile yine Anayasa’nın bazı maddelerinde değişiklik yapılıp yapılmaması konularında olmuş. Bunlardan yalnızca dördüncüsünde ‘hayır’ oyları kazanmış.

 

Şimdi de plebisite bakmak istiyorum.

 

Latincede ‘halk’ anlamına gelen ‘plebs’ ile ‘karar/kararname’ demek olan ‘scitum’ sözcüklerinin bileşmesiyle ortaya çıkan bir sözcük plebisit. ‘Plebiscitum’… Bu sözcük, son yüz yıllık tarihte ve günümüzde, özellikle siyasi konularda halkoyuna başvurmayı anlatıyor. Örneğin, I. Dünya Savaşı’yla ortaya çıkan yeni paylaşımda bazı ülkeler ile bazı bölgelerin hangi devlete bağlanacağı bu yolla saptanmıştı.  Hatay Cumhuriyeti de bu yolla kurulmuş… Bu arada, Hindistan ile Pakistan arasındaki Keşmir anlaşmazlığının da plebisitle çözüme kavuşturulmak istendiğini hatırlamak gerekiyor. Bu örneklere bakınca, plebisitlerin, bir tür ‘kader belirlemesi’ anlamına gelen halkoylamaları olduğu söylenebilir. Bir de şu var: hukukçular, hükümetlerin bazen demokratik yöntemle yapılan halkoylaması yerine plebisiti yeğleyerek siyasal partileri devreden çıkarıp doğrudan halka başvurma yoluna gittiklerine dikkati çekiyorlar.

 

Halkoylaması konusuna yeniden döneyim: ben kendi adıma, bir halkoylamasında bir tek şeye ‘evet’ ya da ‘hayır’ dememin istenmesini isterim. Birden çok şey arasında kimine ‘evet’, kimine de ‘hayır’ diyeceğim şeyler olmasından doğal ne olabilir? (bkz. 5’inci halkoylamamız.)

 

 

İnal Karagözoğlu

Yarımca, 3 Mart 2010

 

© 2010 İK

 

(http://www.ilgilik.net/ 

Ülkemiz içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Ekmekler Nicedir Bozuk…

Şimdi Mayayı Yenileme Zamanı

 

 

Geçen pazar günü bir gazetede ekmekten de söz ediliyordu. Hem de iki yerde… İnsanları salak yerine koyan reklam yazılarıydı bunlar. Frenklerin ‘advertorial’ dedikleri haber görümünde tanıtım şeyleri… 

Bunları görünce, yıllar önce kesip sakladığım bir yazıyı aradım. Ekmek diye yediğimiz şeyin ne kadar ekmek olduğunu irdeleyen, “ekmeğimi istiyorum” diye haykıran bir yazıydı. Bulamadım. O zamanlar daha ekmekte de dışa bağımlı duruma getirilmemiştik. Yazının sahibi bilmem bugünleri gördü mü? Gördüyse acaba neler demiştir?

*

Ekmek önemli. Başta gelen ihtiyaç. Nimet. Öpüp de başımıza koyduğumuz. Ve pek çok anlam yüklemişiz ekmeğe… Atasözlerinde, özlü sözlerde, şarkılarda, türkülerde, deyimlerde, yeminlerde, … yer almış. Yazar çizerlerin de ekmekten söz etmişlikleri var… En azından yapıtlarında ‘ekmek’ sözü geçmiştir. Onlardan biri de Oktay Akbal.  Bir kitabının başlığını bu sözcük üzerine kurmuş: Önce Ekmekler Bozuldu. Akbal’ın ilk kitabı; 1946’da yayımlanmış…

 

 Ekmek önemli. Başta gelen ihtiyaç. Nimet… Ekmekte unun niteliği çok önemli. Hele de mayanın…

‘Önce Ekmekler Bozuldu’sunda neler anlatıyordu Oktay Akbal? Yetişkinliğe yeni ulaşmış bir kişinin düşlerini, aşklarını, … ve umutlarını… Bütün bu duygusal seslenişlerin arkasındaki görüntüde, İkinci Dünya Savaşı’na girme korkuları içinde çırpınan bir büyük kent vardır; o kent İstanbul’dur…

940’lı yıllar çok uzakta kaldı. O yılların İstanbulu da…

*

İstanbul, bu ülkede yaşayanlardan, yaşananlardan birer parça taşıyan bir kent. Ve hemen herkes, “Nerede o eski İstanbul” diye hayıflanıyor. Ama bizler, her birimiz, ‘o eski İstanbul’ her ne ise, onu birinci elden bozanlardan biri değilsek bile en azından bu bozulmaya ‘emeği çeçmiş’ olanların ailesinden gelen birisi değil miyiz?

Ve yalnızca İstanbul’u mu bozduk? Becerimizin göstergesi bu kente ettiklerimizle mi sınırlı? Bozulmadık neyimiz kalmış?

Akbal’ın ‘bozuldu’ dediği ekmeği bulmak bile artık hayal.

*

Ekmeğin bileşenleri un, tuz, su, maya. Unun niteliği bu işte çok önemli. Hele de maya… Tabii, hamur tutma, mayalama ve pişirme koşullarını yerine getirmezseniz ekmek yapamazsınız… Yani, bu iş ustalık ister. Hamurkârından pişiricisine kadar… Fırıncı? Her şeyden önce, eksik vezin peşinde olmamalı.

*

Ekmekler çoktandır bozuk; şimdi öncelikle mayayı yenileme zamanı. Yeniledin yeniledin, yoksa, gitti gider…

 

İnal Karagözoğlu

Yarımca, 23 Şubat 2010

 

© 2010 İK

Ülkemiz içinde yayınlandı | Yorum bırakın

‘TİHAK’ı Beklerken…

Bir Ümitsiz Vaka

 

 

Adam kapıdan girerken sendeledi, az kaldı yere kapaklanacaktı. Ağzından ‘ıh’ ile ‘ah’ arası hafif bir ses çıktı. Güçlükle ayakta duruyordu sanki. Yüzü solgundu.

 

Bahtiyar Bey adamın çıkardığı sesle uyandı, yerinde doğruldu. Yemekten sonra hep böyle içi geçerdi. Yandaki küçük odada duştan yatağa kadar her bir şeyler vardı, ama o, masasının başında kestirmeyi severdi. Ağzını şapırdatarak dilinin kurumuşluğunu gidermeye çalışırken,

 

– N’oldu sana böyle bilader, diye sordu. Geç, otur. Ne içersin? Yemek söyleyeyim istersen…

 

Adamın hâlinden çok dertli olduğu anlaşılıyordu. Ağlayacak gibiydi. Eliyle hiçbir şey istemediğini anlatan bir hareket yaptı, derin bir iç geçirip hal hatır sormaya kalmadan titreyen bir sesle anlatmaya başladı:

 

– Biliyorsun, bizim hane ufak bi şey… Bize yetip de artıyordu bile; ama şimdi…

  

Adam sustu; sözlerinin arkasını getirmek istemiyor gibi bir hâli vardı. Bahtiyar Bey, hâlâ ayakta dikilip duran arkadaşına bir kere daha oturmasını söyledi.  Keyfi kaçmıştı, ama yapacak bir şey de yoktu. Bu çocukluk arkadaşıyla ilgilenmemek olmazdı. Onu hiç böyle görmemişti. Çok önemli bir derdi olmalıydı. Ön odadaki sekretere “Kızım bize iki çay” deyip merakla arkadaşına döndü:

 

– E anlatsana yahu n’oldu? Nen var?

 

Adam masaya yakın bir koltuğun kıyısına ilişirken gizli bir şey söyler gibi sesini alçaltarak konuşmaya başladı:

 

– Bana yer kalmadı. Evde… Çocuklar gelince biraz sıkışıyorduk, o kadar. Ama şimdi…

 

Yine susmuştu. Öyle duruyordu… Bu sefer Bahtiyar Bey yerinden kalktı, bir sandalye çekip burun buruna karşısına oturdu:

 

– Anlatacak mısın arkadaş? Hem geldin uykumun içine ettin hem de adamı merakta bırakıyorsun… Nedir derdin?! Bak Masum, duruşmam var, saat ikide adliyede olmam lazım; sana on beş dakika veriyorum, ne diyeceksen de!

 

Masum Bey, utana sıkıla derdini dökmeye başladı:

 

– Evlenme şeyleri çıkalı beri bana evde yer kalmadı. Yengen sabahtan akşama kadar onları seyrediyor. Hastalıklarla şey ediyor televizyonun başına oturmaya, evlenmecilerle devam ediyor… Akşamlara kadar… Akşamlara kadar abicim akşamlara kadar. Allah inandırsın… Evin içinde bir alay insan… Çıldırmamak için mutfağa kapanıyorum. Her tarafı ısıtacak hâlimiz mi var, öbür oda buz gibi… Ben de mutfakta idare ediyorum; orası ufak, ara ara elektrik sobasını ş’apıyorum. İşin kötüsü, yeniden gazete okumaya başladım. E vakit geçmiyor, n’apayım? Almam artık bu meretleri, demiştim ama çaresizlik… Senin anlayacağın, evde yerim yok artık. Yengenle de çekişmek istemiyorum…

 

Arkadaşı bir avukata yaraşır biçimde kesmeden dinliyordu adamı. Masum bey, duvardaki avukatlık belgesine bakarak kafasındaki soruyu sordu:

 

– “Sen bilirsin, söyle bana: bu insan hakları şeysi denen şey benim bu derdime çare olur mu dersin? Ha? Sen biliyorsundur.

 

Bahtiyar Bey, ne böyle bir meseleyle de de böyle bir soruyla karşılaşacağını ummuştu. Gülse miydi ağlasa mıydı… Bu çok sevdiği arkadaşının durumu onu üzmüşü ama gülmemek için de zorlanıyordu; kendisini toparlayıp sordu:

 

İnsan Hakları Mahkemesi’ni mi şey ediyorsun? AİHM’yi?

 

– Ben bilmem, ahim midir değil midir, yeni şey ediyorlarmış, kuruyorlarmış ya…

 

Bu sefer rahat rahat güldü Bahtiyar Bey:

 

İlahi Masumcuğum, ne adamsın… Şimdi çaktım, sen İnsan Hakları Kurumu’nu söylüyorsun… He mi?

 

Masum Bey ‘evet’ anlamında başını salladı. Soran gözlerle arkadaşının ağzından derdine merhem bir söz çıkmasını bekliyordu.

 

Bahtiyar Bey arkadaşına ne diyeceğini bilemiyordu. ‘İnsan Hakları Kurumu’ diye bir söz yıllardır dolanıp duruyordu ortalıkta, ama böyle bir kurum daha kurulmuş değildi memlekette… Arkadaşının ümit bağladığı şey henüz ortaya çıkmamıştı. Bildiği bir şey vardı, o da Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu Tasarısı’nın Bakanlar kurulu’nda kabul edilip Meclis’e gitmiş olduğuydu.

 

Komisyonlar, Meclis’te uzun uzun görüşmeler… Daha şimdiden muhalif sesler vardı. İktidarın niyeti falan… Hem böyle bir kurum ortaya çıksa da Masum Bey’in işi zordu. Bahtiyar Bey bunları hâl diliyle arkadaşına anlattı. Saate baktı: çıkma vakti gelmişti. Kalktı, kara düşüncelere dalmış, kıpırdamadan öylece oturan arkadaşının omzuna dokundu:

 

– Hadi bana eyvallah… Sen istersen burada otur; bak televizyon da var: biraz hürriyetini yaşa. Meclis’teki görüşmeleri izle mesela… Belki senin şeyi de konuşurlar… Ben beş gibi gelirim, akşama Yaşar’ı da alır bizim lokalde iki tek atarız, ha?… Sıkma canınııı, ben yengemle konuşurum. Bi tek ölüme çare yok…

 

Masum Bey’den çıt çıkmadı, başını ‘olur’ makamında salladı, o kadar. Durumunu anlamıştı: onunki ümitsiz bir vakaydı. Bir süre kıpırdamadan kös kös oturduktan sonra bilinçsizce uzandı, televizyonun kumandasını aldı. İlk defa görüyormuş gibi uzun uzun bakıp inceledi elindeki aleti, sonra da gelişigüzel bir tuşa bastı. Basmasıyla birlikte büroyu evlenme programlarından biri dolduruverdi. Masum Bey hemen başka bir tuşa bastı; bu seferki bir moda kanalıydı. Masum Bey ilk kez yüksek sesle haykırdı:

 

– Kumanda kimdeyse Süleyman odur!

 

Ve işte o anda kararını verdi Masum Bey: ilk işi, son teknolojilisinden bir televizyon alıp evin öteki odasında kendi hükümranlığını ilan etmek olacaktı. Hem de çatıya bayrak niyetine bir çanak dikerek…

 

 

İnal Karagözoğlu

Yarımca, 19 Şubat 2010

 

 

© 2010 İK

Öykü içinde yayınlandı | Yorum bırakın

‘Ufak’ Şeyler…

 

Halid Ziya’ya Acı Vermek

 

 

Televizyonda bir dizi var, her bölümünde eşimle birlikte beyazcama yapışıyoruz. Akşamdan gece yarılarına kadar… ‘Aşk-ı Memnu’ adlı ‘şey’den söz ediyorum. Hani şu, duyurularını, sunularını sıvaşık bir sesin yaptığı diziden… Geçen perşembe akşamı milletçe altmışıncı bölümünü idrak ettik. Halid Ziya Uşaklıgil’in aynı adlı romanından uyarlandığı söyleniyor.

 

 

 Aşk-ı Memnu’nun Türk harfleriyle ilk basımını 1939’da Hilmi Kitabevi yapmış.

 

Benim bu diziyle sorunum var. Hayır, ‘örf ve âdetlerimize uygun düşmüyor’ diyenlerden değilim; burada tanık olunanlar ‘kamuya açık’ o kadar. Madame Bovary’nin yayımlanmasının üzerinden yüz otuz yedi koca yıl geçmiş… Hâlâ mı böyle şeylere şey edeceğiz!?

 

 

 Sıra Aşk-ı Memnu’ya geldi mi, eşimle ben akşamdan gece yarılarına kadar sinek gibi beyazcama yapışıyoruz.

 

Benim derdim, diziye ilişkin duyurulardaki, sunulardaki o sıvaşık sesin Uşaklıgil’in adını söylerken ‘Halid’in ‘a’sını kısa sesletmesi. Dizi ilk başladığından beri bu böyle. “Ha bu hafta düzeltirler ha gelecek hafta düzeltirler” diye diye önceki günü ettim: bakıyorum, ilgililerin durumdan memnuniyeti sürüyor.

 

 

 Gerçekçilik akımının öncüsü Fransız yazar Gustave Flaubert, Madame Bovary’sini ilk kez 1857’de yayımlamıştı.

 

Dizinin genelağ sayfasında şimdiye kadar beş yüze yakın yorum yapılmış; içlerinde şu benim takıldığım “kısa a’lı Halit” meselesine değinileni yok. Millet, son zamanlarda daha çok “ya nası nihal&behlül dersiniz yaa??arada AŞK yok,TUTKU yok,SEVGİ yokkkk..yokk yokk yokk hiçbişi yokkk!!!sadece hastalıklı zengin kızı nihalin behlül saplantısı var ortada!!nihal behlül ilişkisini ASLA desteklemiyoruzzzzz!!!!!bu bir dizi ve biz bu dizide AŞK görmek istiyoruzzzz..gerçek aşkı ama!!!behlül&bihter aşkını………” ayaklarında…  İlk yorumlar da, “kıvanç tatlıtuğ ekranlara çok yakışıyor eminim bu rolünde hakkını vericektir kendisine başarılar diliyrm. dizinin yaprak dökümü gibi uzun soluklu ve başarılı olmasını dilerim / ötle bi kadrosu varki izlemememk elde deiğil.beren saate ve kıvanç tatlutuğa öyle yakışmışki rol harika bir dizi 5-6 sene hiç bitmez umarım:):)” makamından şeyler…

 

 

 Uşaklıgil, yazında gerçekçiliğin bizdeki ilk temsilcisi.  Adının doğru düzgün söylenemeyişi beni üzüyor.

 

“E bu derdini sen yazsaydın” denirse, yanıtım “Kim okur, kim dinler” olur. Ama dur, yazacağım… Bence bu dizi daha çok su kaldırır; bir altmış bölüm daha beklerim şahsen; bakalım Halit’in a’sı uzayacak mı? Bire yüz yirmi bahse girerim, uzamaz. Ancak, yalnızca benim yazmam şartıyla… Başkaları da yazarsa onu saymam. Bunu da burada demiş olayım. Ve dilerim yüzüm kara çıkar.

 

*

Yazınımızın doğalcı-gerçekçi ilk romancısı sayılan Uşaklıgil’in ilk adını dilimizin yaygın yazım kurallarına uyarak ‘Halit’ diye yazmak ve öyle sesletmek tamam, ama a’sını kısa kesmek yakışık almıyor. Hele hele Kanal D ile diziyi kotaran Ay Yapım’a hiç… Yapımcılık da yayımcılık da zor iştir; hakkını vermek gerekir. İnsanlar doğru şeyler öğrenmeli bu işleri yapanlardan. Öyle değil mi?

 

Halid Ziya’ya acı vermek beni üzüyor.

 

 

İnal Karagözoğlu

Yarımca, 13 Şubat 2010

 

______________________

Fotoğrafların kaynağı sırasıyla:

Gitti Gidiyor

Web TV

Wikipedia >>> Wikipedia

Wikipedia

 

 

 © 2010 İK

 

Dilimiz içinde yayınlandı | Yorum bırakın

İşin Türkçesi…

 

O Laflarım Boşuna Değildi

 

 

Dilimiz konusunda kafa yoran bir dostum, ‘Hürriyet’in İngilizcesi başlıklı yazımda, Hurriyet Daily Newscular’a yazım kılavuzlarından söz edişime pek anlam veremediğini söyledi. Özetle, “Adamlar İngilizce bir şeyler yapıyorlar, sen onlara Türkçenin yazım kuralları konusunda kaynaklardan dem vuruyorsun” diyor.

 

Arkadaşımın bu dediği ilk bakışta pek doğru bir saptama. Ancak, gözden kaçırdığı şeyler var:

 

Birincisi, Aydin Dogan says PM seeks to create “calm and silent Turkey” tümcesindeki ‘ğ’ ‘g’ olurken, Ankara poll on Erdoğan’s desk ile Kılıçdaroğlu’s dossiers on Istanbul sözlerindekilere dokunulmamış. Bu ikili uygulama, Aydın Doğan’ın birilerine göre daha önemli olduğunu vurgulamak için mi, yoksa, Recep Tayyip Erdoğan ile Kemal Kılıçdaroğlu’nun dokunumazlıklarından ötürü mü?

 

Şimdi de Composed of a rich selection of poems by Khalilullah Khalili, who is considered one of the most famous modern poets of Afghanistan, the book ‘Pervaneler Meclisi’ (An Assembly of Moths) carries traces of Persian mysticism and divine love haberinde şairin başına gelenlere bakalım:

 

İngilizcenin anayurdundakiler bile artık ‘H’yle başlayan özel adları okutmak için bu harflerin önüne ‘K’ getirmiyor. news.bbc.co.uk ’den güncel bir habere bakalım: “Mr Yildirim also paid tribute to the efforts of Capt Hasan Tahsin Arisan, a highly experienced former Turkish air force officer.” Durum Amerikancada da böyle: “On Saturday, hundreds of mourners gathered outside Turkish Airlines’ Istanbul headquarters where Candan Karlitekin, the head of company’s board of directors, paid tribute to pilots Hasan Tahsin Arisan, Olgay Ozgur and Murat Sezer and flight attendant Ulvi Murat Eskin.” (kansascity.com ’un haberi) Bizimkiler ne yapmışlar? Akıllarınca, Hürriyet’e İngilizce üzerinden bakmak isteyenlere şirin görünelim, diye, ’Assembly of Moths’ by Afghan poet now in Turkish haberinde Halilullah Halili’yi ‘k’lerle süslemişler…

 

İşin tuhafı, bu haberin bir yerinde, kendi adlarını olması gerektiği gibi Hürriyet Daily News & Economic Review biçiminde yazan arkadaşlar, sıra Afganistan’ın Türkiye Büyükelçisi -ünlü Afgan şair Halili’nin şair oğlu- Mesud Halili’nin adına gelince, yine yapacaklarını yapmışlar, hem de fazlasıyla:

 

«Ambassador Masood Khalili translated his father’s book from Dari Persian to English in 2003 with his friend Whitney Azoy. While serving in Turkey he came up with the idea to promote his country’s culture after observing the wide range of Turkish interest in poetry.

Heart is the common thing

 

“They are engineers, doctors, politicians, journalists and photographers but all of them have one thing in common and that is a heart. I thought we should reach out to these people and fill their hearts,” he told the Hürriyet Daily News & Economic Review in an interview.»

 

    

 

 Hurriyet Daily Newscularımız, o yarışılamaz şirinliklerini arttırmak için olacak, 

 şu güzelim logolarındaki ‘ü’yü güdükleştirivermişler…

 

 

Milliyet, Cumhuriyet, Radikal gazetelerine yapılanlara gelince… Hurriyet Daily Newscularımız, o yarışılamaz şirinliklerini arttırmak için olacak, kendi logolarındaki ‘ü’yü budadıkları yetmezmiş gibi, refiklerinin harim-i ismetlerine de el atmışlar: MILLIYET, CUMHURIYET, RADIKAL.

 

Elin diline el uzatmazdan önce insanın kendi dilinin kurallarını bir güzel öğrenmesi gerekir, diye düşünürüm ben. Hurriyet Daily News’u kotaranlara o yazım kılavuzlarını salık vermek isteyişim bundandır.

 

 

İnal Karagözoğlu

Yarımca, 2 Mart 2009

 

  

 

© 2009 İK

 

 

(www.ilgilik.net kaynağından)

Dilimiz içinde yayınlandı | Yorum bırakın

‘Hürriyet’in İngilizcesi

 

 

‘Dogan’ın Türkçesi

 

 

Bu memlekette herhangi bir şeye şaşanın önce aklına şaşmak, ardından da cehaletine hükmetmek gerekiyor. Burada herkes her aklına geleni yapabilir; şu koşulla: güçlü olanın hikmetinden sual olunamaz, güçsüzün vay hâline… Gelinen nokta budur.

 

Ben de işte bu yüzden, memleketimizin önde gelen güçlü basın-yayın kuruluşlarından Hürriyet gazetesinin çevrimiçi (online) yayımlanan Hurriyet Daily News namındaki İngilizce yayınında şu lafların hangi akla hizmeten edilebildiğine hiç ama hiç şaşmıyorum:

 

Aydin Dogan says PM seeks to create “calm and silent Turkey”

 

Ankara poll on Erdoğan’s desk   

 

Kılıçdaroğlu’s dossiers on Istanbul

 

Composed of a rich selection of poems by Khalilullah Khalili, who is considered one of the most famous modern poets of Afghanistan, the book ‘Pervaneler Meclisi’ (An Assembly of Moths) carries traces of Persian mysticism and divine love.

 

MILLIYET

 

CUMHURIYET

 

RADIKAL

 

 

 

 

Bu tekneden daha çoook ekmek çıkar… 

 

 

Bunları böyle sıraladıktan sonra, -elimde değil, içimden geldi- bu muhterem zevata Dil Derneği’nin Yazım Kılavuzu adlı yayınından edinmelerini salık vereyim, diyorum. Yok, böyle bir harcama yapmak istemiyorlar mı, o zaman da, belki uğrayıverirler diye bir adres vermek istiyorum; ama onlara nasıl ulaşabilirim, doğrusu, işte bunu bilemiyorum.

 

 

İnal Karagözoğlu

Yarımca, 1 Mart 2009

 

 

© 2009 İK

 

 

 

 

(http://inalkgo.blogcu.com/ kaynağından)

 

Dilimiz içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Sıradan Bir Yıldönümü

 

 

Anılar Anılar İçinde…

 

 

Benim çocukluğumda, Erzurum’un iklimi ile Antalya’nınkinin bir olmadığını daha ilkokulun ilk yıllarında öğrenmiş olurduk; ama, yok Balkanlar üzerinden sarkan soğuktu yok Basra’dan gelen sıcak hava dalgasıydı, o günlerin koşullarında böyle şeyleri ne işitirdik ne bilirdik. Bize kadar gelen hava durumu bilgileri olsun mevsimsel haberler olsun pek enderdi.

 

1950’den sonra, pek çok siyasal haberin yanı sıra bu havadan-sudan haberlerin sayısı da artmıştı. Bunlardan birini hiç unutmam: 1953-54 kışıydı.. bir gün, ‘İstanbul Boğazı buz tutmuş’ haberi yayıldıydı… Radyoda söylenmiş…

 

 

Takvimlere sorarsanız kış mevsimindeyiz; ama artık ne doğru düzgün kar görebiliyoruz

ne de Tuna buz parçaları getiriyor… Zaman bu bakımdan da değişti.

 

Bize, düzenli olarak iki gazete gelirdi; taa İstanbul’daki idarehanelerinden aboneydik. Gazetelerimiz çoğu zaman iki bazen de üç gün sonra geçerdi elimize… Samsun Postası’yla geliyordu. Turhal’da trenden alınır, yolcu otobüsüyle Tokat’a getirilirdi. Önce postaneye, oradan müvezziye, ondan da evimize… Gazetemizin bu son yolculuğunu kısaltmak için, her gün hacı bekler gibi Turhal arabasını gözler, meydanda görünür görünmez doğru postaneye koşardım. Görevliler tanırdı beni, gazetelerimizi elden verirlerdi…

 

Boğaz’ın buz tuttuğu haberinin aslını ancak birkaç gün sonra evcek işte bu gazetelerden öğrendiydik: olan, tam bir buzlanma değilmiş; Tuna’nın Karadeniz’e taşıdığı buz parçalarının yol açtığı yarı buzlanmaymış… Koca koca buz parçaları, Boğaz’ı kaplamış, İstanbul Limanı’na bile yayılarak ‘seyr-i sefain’i durdurmuş.

 

*

Takvimlere sorarsanız kış mevsimindeyiz; ama ne doğru düzgün kar görebiliyoruz ne de Tuna buz parçaları getiriyor… Oysa, Karadeniz’e inmek için iki bin yedi yüz yetmiş dokuz kilometrelik yolu yoğun kış koşullarını yaşayarak aşıyor, diye biliriz onu. Zaman bu bakımdan da değişti.

 

Bugün, günlerden 24 Şubat 2009: Tuna’nın Karadeniz’e taşıdığı buz parçalarının Boğaz’ı aşıp İstanbul Limanı’na yayılarak deniz trafiğini durduruşunun 55’inci yıldönümü.

 

 

İnal Karagözoğlu

Yarımca, 24 Şubat 2009

 

 

______________

 

(Fotoğraf, www.turkeyforum.com alanından)
 
   

 

© 2009 İK

 

   

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Yitip Giden Güzellikler…

 

 

Mektup

 

 

Bir zamanlar, ‘özel’inden ‘açık’ına günlük yaşamımızda önemli yeri olan bir iletişim yolumuz vardı: mektup… Artık unutulmaya yüz tuttu. “Unutuldu” demek belki daha doğru.

 

Öte yandan, bir yazın türü de olan ‘mektup’, -kimi yazanlarının amacı, ortaya yazınsal bir yapıt koymak olmasa da- pek çok yazarın kalem yürüttüğü bir alan olmuştur. Mektup, umalım, hiç olmazsa yazınsal alanda yaşar…

 

*

“Selam verdim, rüşvet değildir deyu (diye) almadılar. Hüküm gösterdim, faydasızdır deyu iltifat etmediler. Eğerçi (her ne kadar) görünürde itaat eder gibi davrandılar amma (ama) bütün sorduklarıma hâl diliyle (davranışlarıyla) karşılık verdiler.”

 

‘Mektup’tan söz edilecekse, giriş sözleri bence bu üç tümceden başkası olamaz. Ölümlü dünyadan XVI. Yüzyıl’ın ortalarında ayrılan Fuzuli, derdini yüce bir makama bu sözlerle başlayan yakınma mektubuyla aktarmış. Şair’in geleceğe de gönderme yaparcasına kaleme aldığı ‘Şikâyetname’si, bugünlere ‘mektup’ türünde bir düzyazı örneği olarak da gelmiş… Hiç ama hiç eskimeden…

 

Fuzuli anlatıyor:

 

“Dedim: Ey arkadaşlar, bu ne yanlış iştir, bu ne yüz asıklığıdır?

 

Dediler: Bizim âdetimiz böyledir.

 

Dedim:  Benim riayetimi gerekli görmüşler ve bana tekaüt beratı vermişler ki ondan her zaman pay alam ve padişaha gönül rahatlığı ile dua kılam.

 

Dediler: Ey zavallı! Sana zulüm etmişler ve gidip gelme sermayesi vermişler ki, daima faydasız mücadele edesin ve uğursuz yüzler görüp sert sözler işitesin.

 

Dedim: Beratımın gereği niçin yerine gelmez?

 

Dediler: Zevaittir, husulü mümkün olmaz (Gereksiz şeylerdendir; gerçekleşmesi olanaksızdır).

 

Dedim: Böyle evkaf zevaidsiz olur mu? (Böylesi bağışlanmış bir şey hiç gereksiz olur mu?)

 

Dediler: Asitane’nin (Devlet merkezinin [Başkent’in/İstanbul’un]) masraflarından artarsa bizden kalır mı?

 

Dedim: Vakıf malın (malını) dilediği gibi kullanmak vebaldir (günahtır).

 

Dediler: Akçamız ile satın almışız, bize helaldir.

 

Dedim: Hesaba alsalar bu tuttuğunuz yolun fesadı bulunur (İş hesap sormaya varırsa, tuttuğunuz bu yolun kötülüğü ortaya çıkacaktır).

 

Dediler: Bu hesap, kıyamette sorulur.

 

Dedim: Dünyada dahi (da) hesap olur, haberin işitmişiz.

 

Dediler: Ondan dahi korkumuz yoktur, kâtipleri razı etmişiz.”

 

Fuzuli, Kanuni Sultan Süleyman’ın, günlüğü dokuz akçe olarak bağladığı aylığının verilmemesi üzerine Nişancı* Celâlzade Mustafa Çelebi‘ye yazdığı mektubunu şu satılarla noktalamış:

 

“Gördüm ki sualime cevaptan başka nesne vermezler ve bu berat ile hacetim kılmağın reva görmezler, çaresiz, mücadeleyi terk ettim ve mey’us ü mahrum gûşe-i uzletime çekildim (Bana sorularımı yanıtlamaktan başka hiçbir şey vermeyeceklerini ve bu belgenin gereğini yerine getirmeyeceklerini anladım; umarsız kalıp çabalamayı bıraktım ve üzgün ve yoksun bir durumda ıssız köşeme çekildim).”

 

*

Fuzuli’nin onurlandırdığı yazımı, söze başlarken dile getirdiğim tümcemi yineleyerek noktalamak istiyorum: evet, bir yazın türü de olan ‘mektup’, umalım, hiç olmazsa yazınsal alanda yaşar…

 

 

İnal Karagözoğlu

Yarımca, 22 Şubat 2009

 

 

 

________________

 

* Osmanlı devlet örgütünde, görevi, padişahın imzası demek olan ‘tuğra’yı çekmek olan üstgörevli. Nişancı, Osmanlı’da bugünkü bakanlar kuruluna karşı gelen divan-ı hümayunun önemli bir üyesiydi.

 

Not: Mektuba özlem duyan okurlarıma, daha önce denk gelmemişlerse, Selim İleri’nin 3 Haziran 2007 tarihli Zaman gazetesinde yayımlanan ‘Yitik Masumiyetin Ardında’ başlıklı yazısını salık veriyorum. Bağlantısı şu:
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=547287 . İK

 

 

© 2009 İK

 

 

Geçmişten geleceğe içinde yayınlandı | Yorum bırakın